Geçen gün Atina’da bir kafede otururken arkamda oturanların Türkçe konuştuğu kulağıma çalındı. Ne konuşuyorlardı? Bu ara Avrupa’yı saran her Türk göçmen gibi “Şu ülkeden iş bulabilirsem oraya taşınırım;vatandaşlığa x yıl kaldı, bir alsam rahat aslında …” Keza bizim masada da aynı konunun farklı bir versiyonu dönüyordu…

Londra’da açılan “Inodyssey” sergisi ile ilgili serginin küratörlerinden İstanbul’dan arkadaşım, artık Londra’da yaşayan Bengü Gün ile konuşmak için artık yaşadığım İsviçre’den bağlandığımda, serginin göç ile ilgili olduğunu öğrenince “Yine mi göç konusu?!” diye düşünmüştüm. Bunu düşüneceğimi tahmin eden Bengü, “Çok fazla göçle ilgili sergi oluyor ama düşündüğünde göçten başka bir şey konuşamıyoruz,” dedi. Hakikaten de öyle… Dünyanın, özellikle Avrupa’nın çeşitli yerlerine dağılmış Türkler olarak sürekli göç konuşuyoruz. Ne yapacağız? Olduğumuz yeri seviyor muyuz? Bir gün dönecek miyiz? Vatandaşlık işleri ne olacak? Yaşadığımız ülkelerin dillerini öğrenmede ne durumdayız? İyileşen hayat kalitesi kötüleşen hava ve yemeğin arasını kapatmaya yetiyor mu? Çeşit çeşit göçmen var… Bahsettiğim sorular daha çok 30-35 yaş sonrası, ülkenin ekonomik ve politik durumu sebebiyle yarı gönülsüz göçmüş, yarı gönlü terk ettikleri ülkede kalmış insanların kafasını sürekli kurcalayan sorular. Daha genç yaşta yurtdışında yaşama merakıyla gitmiş olanlar, yeni evlerinden geriye Türkiye’ye dönmeyi pek konu etmiyorlar, onların göç hikayaleri bambaşka.

Biz arafta kalanlar için ne olacağı konusu, sürekli bir kafa meşguliyeti. Göç, sadece bir yer değiştirme hali değil, zamana yayılan bir yas gibi, diyor Bengü. Üstelik bürokratik ve maddi ağırlıkları var. İşten çok bunalıp bırakmak istesen, vizen işe bağlı bırakamazsın, en basitinden. Başka bir kısım sonradan giden göçmen ise entegrasyon sorunlarıyla karşılaşıyor. Özellikle tek başına göçmek, içe dönük insanlar için oldukça zorlayıcı bir konu olsa gerek. Farklı farklı örnekler veriyorum, çünkü Londra’nın çok kültürlü Campbell bölgesinde, geçici bir galeri mekânında Bengü Gün, Gözde Altun ve Murat Balcı küratörlüğünde açılan sergi, Inodyssey, bu farklı deneyimleri tartışmak için tasarlanmış. Konuya kendi göçmen deneyimlerimi de düşünerek, harika oturduğunu düşündüğüm “Inodyssey” sözcüğü bu sergiyi tanımlamak için türetilmiş çift anlamlı bir kelime. Bir yandan “In Odyssey” (Serüven İçinde) ifadesini çağrıştırarak bir yerden başka bir yere yapılan dışsal bir yolculuğu ima ediyor; diğer yandan “Inner Odyssey” (İçsel Serüven) anlamına da gelen kişinin kendi içinde çıktığı keşif ve dönüşüm yolculuğuna işaret ediyor. Kendi kişisel deneyimleri ve sohbetlerinden yola çıkan küratörler, göçmenler için bu iki yolculuğun genellikle eş zamanlı yaşandığına dikkat çekmişler. Konuyu kapsamlı ve doğru ele alabilmek ve farklı yolculuklara değinmek için de Türkiye, Lübnan, Filistin, Brezilya, Ukrayna ve Afganistan’dan göç eden sekiz sanatçı ile çalışmışlar.

Ben ve benim gibi göçmenler aslında şanslı göçmen azınlıklarından. Havalı diplomalarımızı ve iş deneyimlerimizi alıp, başka bir yere gitmeyi biz seçtik. Bu dönemi sarmış savaşlar bizim otoroksimizden daha hırpalıyıcı diktatörlükler, bir türlü durulmayan bölgesel çatışmalar sebebiyle, gerçekten zorunlu olarak göç etmiş insanların, kendilerine yapılan muameleyi de düşündüğünüzde yaşadıkları iç yolculuk ve iç ve dış çatışma bambaşka. Göçmenleri kanıksayıp birçok şeyin onlar için ne anlama geldiğini sorgulamıyoruz bile… Örneğin; İsviçre’de bana gelen Sırp temizlikçileri anlattığım Fransız bir arkadaşım, “Türkiye’de hangi göçmenler bu tip işleri yapıyor?” diye sordu. Almanya’da Türkler, Yunanistan’da Arnavutlar, Türkiye’de Özbek ve Türkmenler, Fransa ve Portekiz’de bu ülkelerin eski sömürgelerinin vatandaşları yapar bu tip fiziksel güç gerektiren işleri. O öyle sorduğunda bunun çok normal karşıladığımız bir soru olmasının bile garip olduğunu düşündüm. Bende bu farkındalığı yaratan sebeplerden biri de, Bengü’yle konuştuğumdan beri kafamda evirip çevirdiğim bu sergi oldu. Serginin odalarından birinde sizi karşılayan işlerden biri yere yansıtılmış bir video enstalasyonu. Özgül Arslan’ın bu işinde, yerleri silen, sürekli döngüsel hareketlerle temizlik yapan bir kadın görüyoruz. Üstten bakıyoruz bu kadına, uzağız. Hem fiziken hem de (arkadaşımla konuşurken fark ettiğim üzere) algısal olarak.

Güler Ates’in performansında, Rio de Janerio’da evini sırtında taşıyan bir kadın görüyoruz.  Devir göç devri, herkes ve evini ve yüklerini sırtında taşıyor. Ülkeden çıktığımızda, ülkelerimizin ağırlıkları, üzüntüleri de bizlerle geliyor. Liza Jesse-Katz’ın videosunda Ukrayna’daki evinin içini ve dışını görüyoruz. İçeride akrabalar, tanıdıklar savaştan bahsediyorlar hararetle. Malak Mattar, Gazze’den çıkıp İngiltere’ye gelme hikayesini anlatıyor. Aya Haidar, İsrail’in Lübnan’ı bombaladığı sırada annesine yürüyerek ulaşmaya çalışmasının hikayesini hem annesi hem de anneannesinin ağzından kaydetmiş. Bu kayıtlar çok eskiymiş ve Haidar ilk kez bu sergide bu kayıtları paylaşmış ve annesi de bir sürpriz olarak ilk kez dinlemiş. Ülkelerimizle ilgili üzücü, iç karartıcı anılar olsa da ülkelerimizden kopmak da istemiyoruz; bu yüzden Aya Haidar, kendi ve çocuklarının kazaklarındaki delikleri anneannesinin eski yünleri ile yamalıyor. Anneannesinin, anılarının, uzakta yaşayan gelecek kuşakta bir şekilde var olmasını istiyor. Serginin kalbi ise, tüm bu, benzeri ve farklı hikayelere birleşme fırsatı sunan Ghafar Tajmohammad’ın katılımcı işi. Sanatçı, herkesin ayrı bir katmanlı hikayesi olduğunu ve bu hikayeleri paylaştıkça daha iyi hissedildiğini düşünerek ziyaretçilerin gelip katkıda bulunabilecekleri bir kilim tezgahı kurmuş sergi mekanına.

Sergi, hikayeleri öre öre ilerlerken aynen Tajmohammad’ın işi gibi paylaşıma, iyileşmeye, rahatlamaya izin veren alanlar yaratıyor göçmenlerin iç dünyaları için. Çok sevdiğim bir fikir olarak, serginin girişindeki telefona kendi hikayenizi kaydedebiliyorsunuz. Ev sizin için ne demek? Sizin yolculuğunuz nasıl?

SAHA Derneği ve Arts Council England tarafından desteklenen, sanatçılar Aya Haidar, Deniz Pasha, Fatoş İrwen, Ghafar Tajmohammad, Güler Ateş, Liza Jesse-Katz, Malak Mattar ve Özgül Arslan’ın yer aldığı serginin başka bir dayanışma alanı ise yoğun etkinlik programı olmuş. Atölyeler, konuşmalar, podcastler ile paylaşım alanları yaratılmış. Paylaşımların oldukça duygusal geçtiğinden bahseden Bengü, birçok gönüllü ve gönülsüz göçmenin sergiyi ziyaret  ettiğini, etkinliklere katılıp kimi ziyaretçilerin ağladıklarını anlattı.

Göçten başka birşey düşünemiyoruz. O halde konuşarak, paylaşarak, üreterek, bu devrin büyük olgusundan bahsetmeye, farkındalıklar yaratmaya, çözümlemeye çalışmaya devam…

Yorum bırakın