Elif Uras’a bir borcum varmış gibi hissediyorum… Kendisiyle ilk tanışmamız sanal bir ortamda olmuştu. Pandemi dönemiydi; moderatörlüğünü yaptığım bir sanat sohbetinde konuşmacılardan biriydi. O zamanlar ne yazık ki Elif Uras’ın çalışmalarını hiç yakından görmemiştim; yalnızca sosyal medyadan aşinaydım. Daha sonra o muazzam heykellerini yakından görüp etkileyiciliğini bizzat deneyimleyince, bir anda kendisinin hayranı oldum. “Çok geç…” diye düşündüm; karşımda harika bir sanatçı vardı ama onunla geçirdiğim zamana yeterince kıymet verememiştim.

Bana ve herkese bir fırsat olarak, Galerist sanatçının galerideki dördüncü kişisel sergisi “Ellerinde Toprak”a 8 Kasım’a kadar ev sahipliği yapıyor. Sergiyi görünce, “tamam,” dedim, “açığımı kapatma zamanı geldi.” Sergi açıldığından beri hem geleneksel hem de sosyal medyada büyük ilgi gördü; sanatçıyla birçok röportaj yapıldı, sergi üzerine çok yazılıp çizildi. Ben ise günlerdir iki farklı kişisel kelam edebilmek için neden Elif Uras’ın eserlerini bu kadar sevdiğimi kendi içimde dönüp duruyorum.
Hamamda Bir Tanrıça
Kafamdan sıcak sular dökülüyor… Yılda bir-iki kez kendime ödül olarak geldiğim hamam sefasındayım; Zeyrek Çinili Hamam’da. Özenle restore edilmiş bu tür hamamlarda, spa’ya gitmek yerine kendi tarihimize ve kültürümüze ait büyülü mekânlarda keyif çatıyoruz. Tellak saçımı şampuanlarken bir yandan Elif Uras’ın heykeline bakıyorum: Dolgun vücuduyla, hamamda bizim gibi oturan bir kadın bedeni… Ne kadar da yakışıyor mekâna! Bu eseri izlemekten büyük bir zevk alıyorum. Heykel bana, dünyada en sevdiğim müzelerden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki tanrıçaları hatırlatıyor. Osmanlı dönemine ait bir hamamda, İslamiyet öncesi kültürümüzden esinlenen alan çağdaş bir mermer heykel…

Hamama giren herkesin kendinden bir şey bulabileceği, yakın hissedebileceği, yüksekten konuşmayan bir eser bu. Bizim hikâyemizi anlatan, hatta aramızda yaşayan bir heykel. Uras’ın yeni sergisinde de kadın bedenlerinin etrafında dolaşıyoruz. Sanatçı, Erich Neumann’ın dişil arketip üzerine yazdığı Büyük Ana kitabındaki “Kadın = Kap = Beden = Dünya” denkleminden yola çıkıyor. Sergi, bu denklemin içini ve dışını ören, dokuyan, dolduran, taşıyan kadın emeğiyle ilgili Yaldızla boyanmış kadın figürleri, vazoların yüzeylerinde, ev içi emekten tarıma, dokumacılıktan çömlekçiliğe kadar uzanan geleneksel kültürel pratiklerin taşıyıcısı olarak karşımıza çıkıyor. Bu figürler, kadının hem üretici hem de yaşamın döngüsünü sürdüren bir varlık olarak sanatçının evrenindeki merkezî yerini hatırlatıyor. Sergi, kadın bedenini ve emeğini konuşurken naif bir dil kullanmıyor. Eserler zarif, özellikle beden heykelleri kırılgan görünse de — ki dolgun kadın bedenlerinin aslında kırılgan olmaları bile kadın doğamızı yansıtan bir gerçek — mesajları yumuşak değil. Dayanışma, direniş, kooperatifler, bugün yaşadığımız hak ve adalet sorunları, eşitsizlikler, doğa yıkımı karşısında kadınların direnişçi rolleri…
Elif Uras’ın Katmanları: Farklı Disiplinlerle Yoğrulmuş Bir Dünya Görüşü
Vazolarda, heykellerde kadınlar direniyor; buldozerlerin önünde duruyor, ağaçlara sarılıyorlar. Dışarıda ve evde, görünür ve görünmez emeklerinin hikâyeleri anlatılıyor. Saçlarını savurarak dans ediyor, özgür ve bağımsız biçimde kendi işlerini yapıyorlar. “Hayalet Para / Hayalet Emek” işi ise Elif Uras’ın kraliçe olduğu bir dünyanın —bunu sanatçı söylemiyor, ben yakıştırıyorum— para birimi gibi. Bu dünyada kraliçe sikkelere kendi yüzünü değil, başka kadınların yüzlerini basıyor. Sergide bir duvarı kaplayan, aynı zamanda diğer işlerle de tematik bağ kuran bu sikkeler, karşılıksız kadın emeğine adanmış bir para projesi. Türkiye’den hikâyeler kadar, yurtdışındaki ikonik feminist çalışmalara —örneğin Womanhouse[1]’a— da gönderme yapıyor. Sergide bu ipuçlarını yakalamak, olayları ve referansları birleştirmek, izleyiciye büyük bir okuma keyfi sunuyor.


Elif Uras, sanat okumadan önce ekonomi ve hukuk eğitimi almış; dünyaya önce farklı disiplinlerin penceresinden bakmış bir sanatçı. Belki de onu kendime yakın hissetmemin nedeni bu. Kurumsal dünyada çalışan, bununla birlikte on yıldır kültür-sanat yazıları yazan biri olarak, onun bu çok katmanlı bakışını anlıyorum. Uras’ın eserlerini yaratırken istihdam oranlarından, kapitalizmin kadınlar üzerindeki etkisine uzanan konulara değinmesi; bu çok yönlü formasyonun getirdiği entelektüel bir derinliğin sonucu. Kadınların düzenlediği “altın günleri”nin yarattığı mikrofinans yapısına dikkat çekmesi, altını erkek egemenliğinin simgesi olmaktan çıkarıp kadın emeğinin karşılığı olarak yeniden yorumlaması, özellikle bu sergideki işlerinde etkileyici bir biçimde karşımıza çıkıyor. Eserlerinde kullandığı altın, artık iktidarın değil, kadın dayanışmasının ve emeğin değerinin sembolü.
Her Kadını Anlatması
Sergide sizi ilk karşılayan toprak tablet bir “jonglör”. Bir kadın, elindeki hünerleri, üzerine yüklenen görevleri birbirine değmeden, yere düşürmeden dengede tutmaya çalışıyor. Yeni çocuk sahibi olan arkadaşlarımı düşünüyorum. O kadar çok konuşuyoruz ki kadınlara yüklenen görevleri ve onların altında ezildiklerini. Eşler ne kadar eşitlikçi olursa olsun, ev düzeni, çocuk bakımı ile ilgili kararların çoğunluğu kadınlara kalıyor. Bu yeni yüklenen görevlerin yanında kadınların kariyerlerini yönetmeye ve kendi kimliklerini geleneksel aile yapısı içinde kaybetmeden kendi hayatlarını yaşamaya da çalışıyorlar. Bir hobisi varsa onu yapmaya devam etmek, çoluk çocuk olmadan arkadaşları ile görüşebilmek korunması için savaş verilmesi gereken birer mesele haline geliyor. Toplumun senden asıl beklediği şey, bu savaşa hiç girmemen. Bir jonglör gibi kafasının üzerinde taşıdığı bütün görevlerini yerine getirmeye çalışırken, asıl seni sen yapanları bir zahmet atıver üzerinden… Elif Uras, Anadolu’da bereket tanrıçaları olarak bilinen heykelciklerin etrafında dönen tanrıça mitini biraz deşince, bunların aslında gündelik kadınları ve dişil evreleri temsil ettiğine inanmaya başlamış. Sergiyi gezerken, tanıdığımız kadınların bilindik günlük mücadeleyi gördükçe, hepimiz birer tanrıçayız diye düşünüyorsunuz. Elif Uras, o güzel eserlerine bugünü kaydederken, bizleri, sıradan insanların kadın mücadelesini de sanat tarihine kaydediyor. Bilirsiniz, sanat tarihinde yer alan portreler, heykeller ya ünlü kişilere – devlet adamları, sanatçılar, kahramanlar- ya da zengin soylulara aittir. Bu kez eserlerdeki insanlar biziz. Gün bizim günümüz.

Değişen, Dönüşen, Zenginleşen Teknik
Sanatçının üretim biçimi de tıpkı hikâyeleri gibi dönüşüyor. Elif Uras, üretim sürecini kendi deyimiyle “epey göçebe” olarak tanımlıyor: “Seramik üç farklı teknikle üretiliyor: torna, elle şekillendirme ve kalıpla döküm.
Bu sergide sanatçının New York’ta torna ve elde şekillendirme teknikleriyle ürettiği seramik işleri, Osmanlı’dan bu yana Türk çiniciliğinin kalbi sayılan İznik’te döküm yöntemiyle gerçekleştirdiği eserleriyle ilk kez bir araya geliyor. Uras’ın New York’ta aldığı torna eğitimi bambaşka kapılar açılmış önünde. Pürüzsüz, kusursuz yüzeyli İznik tekniğiyle yapılan heykellerin yanına, dokulu, katmanlı yüzeylere sahip tabletler, altın yaldızlı kadın figürleri eklenmiş. Sanatçı farklı coğrafyalar, malzemeler ve tekniklerden beslenerek kendi dilini oluşturup geliştirirken sanki kadınların hayatlarının yolunu da izliyormuş gibi düşündüm: Kadın-erkek her insan bu dünyaya, masum, pürüzsüz, kusursuz bedenlerde geliyor. “Kadın bedeni dolgun, yaratıcı güce sahip ve tanrısal… Sonra çeşitli yollarda yürüyoruz, hayata emek veriyoruz, hikâyeler üretiyoruz, mücadelelere giriyoruz. Pürüzleniyoruz, katmanlanıyoruz hikâyelerimizi çoğaltırken, bilgeleşirken ve o altın ışığımız hep parlamaya devam ediyor…
Elif Uras’ı neden seviyorum? Kendi köklerini hatırlayarak, beslendiği her alandan deneyimlerini hikâyelerine, tekniğine yansıtarak ve o güzel ve büyülü dünyasında kapalı kalmayıp çevreyi dinleyerek bizleri anlattığı için.
“Ellerinde Toprak”, 8 Kasım 2025 tarihine dek, Pazar günleri hariç her gün 11.00–19.00 saatleri arasında Galerist’te (Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nde (KTSM) sponsorluğunda) görülebilir.
[1] Burada Womanhouse’tan bahsettiğim bir yazı bulabilirsiniz: https://irmakozer.com/2018/11/14/feministim-dersem-kismetim-kapanir-mi-anne/
Kişisel not: Bu kadar İznik’ten bahsetmişken, İznik’in kıymetli zanaatkarlarından Adil Can Güven‘i de sizlere hatırlatmadan geçmek istemedim. Yolunuz şehre düşerse Adil Hoca’nın atölyesine mutlaka uğrayın.


Yorum bırakın