13.10.2013
Ortaokul-lise dönemlerinde isimlerini ezberletirlerdi; “Sanat sanat içindir” diyen sanatçılarla, “Sanat halk içindir” diyen sanatçıların isimlerini. Eğitim sistemimiz sağolsun, biz o zamanlar sanata en çok işkence olarak taşıttıkları dev resim çantaları kıvamında aşinaydık. Dolayısıyla sanat içinmiş, halk içinmiş, bu adamlar neyi tartışmış, aslında sanat neymiş umrumuzda olmadan o test/sınav bitene kadar aklımızda tutup sonra da hoop zilin çalmasıyla kafalardan siliverdiğimiz gereksiz bir tartışma.
Sonra beyaz yakaları takıp İstanbul’a geldik, aman sergi açılışları aman sanat fuarları gezer olduk. Büyük çoğunluğu bir acayip konuşan, bir acayip giyinen, muhtemelen -hadi bu sıralar halkın içine çıkma örneklerinin en bir popülerinden gireyim- metrobüse binse garip garip bakılacak, hatta gaza gelen birkaç cengaver, doğuştan sinirli vatandaş tarafından itilip kakılacak insanlardan oluşan bir İstanbul sanat çevresi… Ama bir yandan da İstanbul Modern’deki Hayal ve Hakikat, Salt’taki 1+8 gibi işler bu insanların elinden, emeğinden çıkmış, bizim anlamadığımız, görmediğimiz bir bildikleri var.

Dolayısıyla bu seneki bienalin ilk adını duyduğumda çok heyecanlanmıştım, “Anne Ben Barbar Mıyım?”… Üstüne bir de Gezi fırtınası koptu; gerçi o aralar bienal ekibinin eleştirildiğini, olaylarla ilgili çok geri planda kaldıklarını duyuyordum ama bu ülkenin sorunu, itilmişi bir tek Gezi’yle ifade edilemez ya. Zaten kızgındık, doluyduk, görmezden geliniyorduk. Gezi olmasa bile neler konu edilebilirdi neler.
Her eserin, çalışmanın, serginin insanla, tarihle, toplumsal devinimlerle ilgili olması zorunlu değil belki. Ben öyle çalışmalar görmeyi sevdiğim için böyle bir beklentiye giriyorum, özellikle büyük sanat organizasyonları söz konusu olduğunda; o da kişisel bir beklenti sonuç olarak. Ama bakalım ne denmiş Anne Ben Barbar Mıyım için yapılan basın açıklamasında, “…güncel demokrasi biçimlerini sorgulayan, günümüzün mekansal-ekonomik politikalarını tartışmaya açan, uygarlık ile barbarlık kavramlarını sorunsallaştıran, ve bu bağlamda sanatın rolünü araştıran bir matris işlevi görecek”, “…baskın ve kemikleşmiş söylemleri sarsarak, toplumdaki en zayıf ve dışlanmışların da sesinin duyurulacağı bir alan açmak adına, sanatın yeni pozisyonlar yaratma ve yeni öznellikler inşa etme potansiyeli”
Evet efendim. Okuduk, gittik sanatın rolünü görmeye. Gezdik oda oda, kat kat.Gezdiğimiz süre boyunca “Şu köşe daha umut verici gözüküyor, belki orası bu kadar soyut değildir?” diye suratımızda boş bir umut ifadesiyle gezdik. Hadi duran objelerden anlamıyoruz, video enstelasyonlarından da birşey anlamıyoruz! Sanırsam birileri demokrasiyi içinden sorgulamış, dışa aktaracak birşey kalmamış. Bize de deriiiiin hissiyatımızla sanatçı ne demek istiyor çözmek kalmış!

Dediğim gibi, beklenti benim kişisel beklentim. Benimle, çevremdekilerle, insanla ilgili bir anlam, mesaj bekliyorum sanat eserlerinden. (Gezi’ye dokunan 1-2 çok güçlü olmayan çalışmanın, kimse kızmasın, tepki görülmesin diye ortaya serpiştirildiği konusuna hiç girmiyorum zaten) Sanatçının iç çalkantısının bir çizikle ortaya çıkışı (ki sanatseverler bu tip bir tanımlamanın “banal”liğinden fenalıklar da geçirebilirler) beni çok enterese etmiyor. Avrupa’nın ünlü sanat merkezlerini bütün dünyanın insanları zevkle gezebiliyorsak, bunun sebebi her gelir seviyesinden, kültürden, anlayıştan insanın bu eserlerde birşeyler bulmasındandır. Ne denirse densin, sanat, hem evrensel hem insancıl olmalıdır. Tamam, yapın yine soyut eserlerinizi ama referansı toplumdan alıp toplumun anlamayacağı eserlerle soyutlamayın toplumu. Sonra ister bedava yap, ister abart, otobüs kaldır, yine gelir sürü sürü insan ama ne aldık canımın içi biz bu bienalden?!
Bienalde tek konuyla bağdaştırabildiğim çalışma, Rum Okulu’nun en üst katındaki Sulukule’nin kentsel dönüşümprojeleri sebebiyle yıkımı ile ilgili olan çalışmaydı. Ki, bu kadar soyut eserin arasında bu çalışmanın bilmeyen birçok insanın gezmeyi atladığı çatı katına koyulması da yüce devletlulerimizi kızdırmamak adına mı oraya kondu acaba paranoyası da yaratmadı değil! Gezin işte küplere, deniz dalgalarına baka baka, gerçek yaşamdaki alengirli konulara direk girmeye ne gerek var! Uzun lafın kısası, bir arkadaşımın dediği gibi “O Sulukule belgeseli de 2007 yılında çekilmemiş mi? 2013 Bienali’ni yapamadık biz arkadaş!”
