Bir Küratör Yazısı: İkinci Sınıf Tanrının Çocukları…

irmakozer.com’un konuk yazarı Ezgi Özsan’dan yeni yazı…

Yaz sıcağında erimiş asfaltın yapışmasından kendini var eden doğal bir sandaletim var. Çoğu kez sıcağa zerre kadar tahammül edemeyen insanların, cömert ve muntazam bir pasta gibi, arabalarındaki gölgeliklerini indirişlerini izliyorum… Malum, doğduğum andan itibaren başkalarına muhtaç sıfatlardan biri de bana biçilmiş bir kaftan gibi giydirildi… Öyle gürül gürül bir kaftan ki bu; ne enine çizgileri, ne şatafatlı yegane işlemeleri ne de çocuk aklımdaki kaygılarımın boşuna olduğunu anımsatacak tek bir işareti dahi yok üzerinde… Trafikteki her bir araba pasta dilimi benim için… Bir aracın içinde oturanların gölgeliklerini indirişlerini izliyorum; pudraşekeri serpilmiş, ahçının daha dün temizlenmiş gömleğini hırpalayacak kadar özenilmiş, seyrine doyum olmayan bir pasta gibi… Trafik belki de bir müddet sonra hareket edecek fakat kusursuz bir nizam içerisinde bekleyen araçlara önce ben yanaşıyorum… O yanaşma anının biricik şahidi çocukluğum o esnada geride kalıyor.. Çok değil, daha az evvel aşçı hızını alamamış olacak ki, iştah açsın diye inci gibi etrafını döne döne fıstık serpilmiş bir pasta, araba daha… Ben yanaştıkça bir gölgelik daha iniyor… Madem öyle, bugün dilediğim kadar yiyebilirim diyiveriyorum içimden. Kalabalığın içinde yürürken mesela, karşıdan gelen berikine bakıyormuş gibi yapadursun; yüzlerini diğer tarafa çevirişleriyle karşı karşıya kaldığım ilk gün görünmez olduğumu düşünüp sevinçten havalara uçmuştum! Yüzlerinin yarısı; noksansız tamamlanmış bir yolculukla, hiç yalnız bırakılmamış, her gülücüğüne methiyeler dizilmiş, boşanmaların eşiğinden dönülmüş, henüz bir ihtimalden ibaretken uğruna adaklar adanmış, günler günleri takip ederken fotoğrafları akrabalar arasında her bir boşluğa kondurulmuş çocukların tanrısı kadar yüce bir yüz çeviriş bu… Yüzlerinin görünmeyen kısmına düşen gölge, araçlardaki gölgeliğe eş değer… Söylemiştim, bugün dilediğim kadar yiyebilirim, öyle ki 7 yaşındayım da… Görmüş olduğum bunca sırrı anında ele verecek gözlerim henüz mevcut. Yüzlerinin gölgede olmayan kısmına, araçlarının camına yanaşarak, “bakın” diyorum elimle havada daireler çizerek. “Tatsız baharatsız bulamaçlar, inişi zor çıkışı zor yokuşlar, önünden geçmeye dursun bakmadan yönümü değiştirdiğim lokantalar, bulanık da olsa hatırımda bir ailem, alt kirpiklerimle üst kirpiklerimin birbirini kuşattığı gecelerim var. Gayet iyi biliyorum ki, akşam ezanından sonra, suda dağılan suluboya misali hayatın ılıkca boğazından akan çocuklara nazaran, kırmızı kadife bir perdeden bozma ufacık bir eşikten geçilen elmahkum alemde yaşarım… ” İndi bir gölgelik daha… Ne pasta ama… Kırmızı, gıcır gıcır, parensiz ve usulca, kimseciklerin nefes bile alıp vermediği bir çatının altında yapılmış olmalı… Öyle pürüzsüz ki… Yaprak dahi kıpırdatmayan bir esintiyle, katre katre üzerine dizilmiş rengarenk şekerleriyle vişneli bir pasta. Kırıntı bile bırakmak istemiyorum, lakin liladan tekmil tonlarında damarları şişen şoför çileden çıkmış olacak ki durmuyor kornası. Vazgeçiyorum…
İlla da hangi pastayı yemek istediğimi biliyorum. Biliyorum da… Bazen içimden bir ses, başını cama yaslamış, süzgün yüzleriyle bulutların gölgelerini semalarında taşıyan, hikayelerini yarıda bölersem eğer, benim sözcüklerime deydikleri yerde yapışıp kalan incecik örümcek ağı iplikleri gibi havada uçuşacak diye ilişmiyorum. İpliklere basmamak için araçlarının yanından parmaklarımın ucunda yürüyerek geçiyorum… Güneşin altında kalmaktan bozguna uğramış, kekremsi bir tadları var bu pastanın. Külden yapılma bir uçurtma düşmüş olmalı pastalarına… Dudaktan yırtılan derinin kalktığı yere değersin ya dilinin ucuyla, öyle metalimsi bir tat… Yeşil yandı… Araçlarının ardından, kendi tanrıma elimle havada daireler çizerek “bakın” diyorum. “Kimin derdine hangisinin şifa vereceğini bir bakışta çözen bir pasta ustası olmak istiyorum! Mesela, süzgün bakışlı kadınlar için incir ağacının baygın kokularının üzerine lavanta serpilmiş bir pasta yapmak…” İndi bir gölgelik daha… Yandaki arabanın camının ufak aralığının ardından, mırıl mırıl konuşan sevgililer, onlar gölgeliği indirmeyi unutuyorlar… Hafif pazen, yaş mı yaş bir parfüm kokusu sızıveriyor hemen aralığından… Bizim de vardı dört bir yanı sigara yanıklarıyla bezeli kadife bir gölgeliğimiz, tek bir odanın tam ortasındaydı… Nedendir bilmem, “midesinin mahsenlerine ekmek sokuversin!” derdi babam anneme… Ortamızda bir gölgelik… Tüm odada bu cümle, duvardan duvara sekerek yankılanır, kadife gölgelik sesi yutardı… Pişkin bir gülümsemeyle çıkardı babam… Yabancının nazarıdır derdi annem… İki yabansı çehre, iki sarmaşık sanrı… Hergeleymiş babam, gölgesini görmez olaymış annem… İndi bir gölgelik daha… Fakat nereden bilebilir parfüm kokusunun sızım sızım yayıldığı pencerenin ardındakiler… Öyle ki, o gün ekmek mushaf çarpsın yemin edebilirdim midemin mahsenlerine ekmeğin yeteceğine. Ah baba…

EZGİ ÖZSAN

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s