“Bazen bana soruyorlar; neden bu kadar mutlusun? Sabah kalktığında o şaşırma faslı ne? Açıklamaya çalışayım… Her sabah yaşadığımız şey; Doğum. İsteklerimizi gerçekleştirebileceğimiz, yepyeni bir dünyaya uyanış. Biz uyurken dünyaya bir göktaşı çarpmamış, uykumuzda bize felç gelmemiş. Nefes alabiliyoruz. Bu müthiş bir ayrıcalık. O gün ne istersek yapabiliriz. Sevgilime bakıyorum, nefes alıyor. Eğilip öpüyorum, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme yeşeriyor. Asağıya kahve yapmaya gidiyorum. Köpeklerim birer birer gelip benimle oynamak istiyor. Kahvenin olmasını beklerken camdan bahçeye bakiyorum. Bahar yavaş yavaş yerleşiyor. Kuş sesleri duyuyorum. Çeşit çeşit, cıvıl cıvıl… Kahvemi alıp kahverengi deri koltuğuma oturuyorum. Bilgisayarımı kucağıma alıp Goldberg varyasyonlarini açıyorum. Notalar yüzümü okşuyor, saçlarımı, boynumda dolaşıyorlar. Yumuşacık kar taneleri gibi bütün odayı dolduruyorlar. Arkama yaslanıyorum. Gözlerimi kapatıp ne kadar sanslı olduğumu düşünüyorum. Bu mutluluğumu beni seven insanlarla paylaşmam gerek diye düşünüyorum. Instagram’a bir resim koyuyorum. Sizler de benimle aynı mutluluğu yaşamazsanız herşey tam olmaz, eksik olur.”

Mehmet Sinan Kuran’ın Instagram hesabında yazıyordu bu sözler… Çok sevdiğim bir arkadaşımla yazdıklarından içimize dokunanları, hatta “Ne güzel hayat yaşıyor be!” diye hasetlendiklerimizi seçip birbirimize gönderdiklerimizin arasından buldum… Sanatçı, 2 hafta önce açılan Posthumous sergisine hazırlık süreci boyunca paylaştı sosyal medyada düşündüklerini, hissettiklerini, bu sergi için seçtiği ekibiyle üzerinde çalıştığı eserlerin süreçlerini. Hayatına şükreden, mutluluğumu paylaşmazsam eksik kalır, yazan Mehmet Sinan Kuran bu sergiyi kurgularken, birlikte olma, birbirini kabul edip sevebilme konuları üzerine düşünmüş… “Eskiden katlanamadığım sesleri, insanları artık sevebiliyorum,” diyor. “Doğa, bize bir bütün, bir birlik olmamazı söyledi, hayvanlar, bitkiler, insanlar, tüm canlılar olarak… Dünyayı yok etmeye her ne kadar sürekli tüketen bir varlık olsa insanın gücü yetmez ama biz birlik olmazsak yok kendimiz yok olacağız,” diye anlatıyor sergiyi. Bunu bana anlatırken sergiyi gezen ziyaretçilerin eline kalem verip birşeyler çizmesini,hiç olmadı bir söz yazmasını istediği duvarın önünde oturuyor sanatçı. “En önemli eser bu,” diyor. “Yaklaşık 2000 kişinin bu duvara bir çizim, bir iz hedefliyorum.” Ziyaretçiler yokken onların çizdiklerinin arasını kendi çizimleri, desenleri ile tamamlıyor.

Mehmet Sinan Kuran, doğumdan ölüme kadar geçen çizginin üzerinde yürüyor bu sergi anlatımında. Anna Laudel’de üç kata yayılan sergi, üç evreden oluşuyor: Deve, Aslan, Çocuk. Birinci Evre olan Deve’dekorku, yalnızlık, ölüm, bilgi ve deneyim gibi topluma ait olmak için sırtlandığımız yükleri; ikinci evre Aslan’damevcut değerleri ve engelleri yıkmadan özgürlüğün sağlanamayacağını, üçüncü evre Çocuk’ta ise henüz bir tecrübesi olmayan, zaferle ve sistemlerle ilgilenmeyen masum çocukların oyun alanını işlemek istemiş. Gerçeği söylemek gerekirse ,bu evreleri derli toplu bir şekilde, net görüp hissedemiyorum sergiyi gezerken. Evet mesajlar var, ama biraz uçuşuyor gibi… En alt katta bir doğum beklerken, sanatçı evriminin tüm basamaklarını yaşayan totem heykeli de orada sizi karşılıyor. Sanki onu son katta, sanatçının “anma törenine” gitmeden görmek isterdik… Peki bu rahatsız edici, sergiyi gezerken konsantrasyonu bozan bir konu mu ziyaretçi için? Aslında pek de değil… Mehmet Sinan Kuran’ın dünyasını, sergilerini hep biraz lunapark gibi görüyorum… Hız treninden inip sırf canınız öyle istedi ya işte şuradaki pek yavaş giden çocuk arabalarına da binebilirsiniz… Fena mı? Değil. Canının istediğini yaptığın, tasasızca eğlendiğin bir alan.

Sanatçının işleri, eğlenceli olduğu kadar özgürleştirici bir başınabuyruklukta. Kuran eserlerinden bahsederken “Resim yaparken kendimi hiç sınırlamıyorum, ne yapmak istersem, akış beni nereye götürürse, kafamda ne varsa onu yapıyorum,” diyor. Resimler, bu sergide boyut kazanıyor ve serginin katlarında dolanıyorlar… Eskicilerden toplama malzemelerle yapılan, size hareket çeken bir Marie Antoinette heykeli, hemen çaprazında, yeni kendisinin pek narin kesilmiş seramik kafası ile sapık bir domuzun, ya da bir kolaj halinde Amerikan Rüyası’nın aynı sergide olması sanatçının ruhunu, çizgisini yansıtıyor. Fikirler, malzemeler, espriler, sıkışmış ve üzüntülü ruh halleri, hayat gibi aynı yerde, yan yana, gerçek dünyadan değilmiş gibi ama bir o kadar gerçeği yansıtıyor.

Materyal, ruhsal yeni deneyimler
Mehmet Sinan Kuran’ın ilk 2016’daki Üstünde Ne Var? sergisini, sonra da 2018’de Introvert sergisini yazmışım. İlk sergisi ile ilgili yazdığım cümle, resimlerinin bugün bana hissettirdikleri için hala çok geçerli: “Gece yataktasınız, uykuyla uyanıklık arası bir moddasınız, bilinciniz açık ama bir türlü kontrol edemiyorsunuz. Kafanızdan bir sürü sürü, bir sürü sürü alakasız düşünceler, olaylar geçiyor. Öyle kendi kendine olay çözme ya da kavga etme hali değil; tamamen o ara hayatınızda ne varsa fikirlerin yarı bilinçli yarı bilinçsiz kafadan şelale gibi akması… Mehmet Sinan Kuran’ın resimlerine bakarken benim aklıma gelen hal, işte bu oldu. Sanki Mehmet Kuran, o yarı uyku yarı uyanıklık halinde kontrol edemediğimiz düşünceleri almış ve tam o an kağıtlara aktarmış.”
Serginin giriş katındaki kocaman resimlerine bakarken eski yazıyı konuşuyoruz Kuran’la, ilk yazıyı yazarken onu hiç tanımıyordum… Bu dev “çağdaş minyatürlerin” ortaya çıkma sürecini anlatmasını istiyorum bu sefer. Sergideki en büyük resimlerden Evergreen işini 1,5 ayda yapmış. O dönem izlediği filmler, okuduğu kitaplar, hissetikleri, aklına hayatından gelen enstaneler, hepsi bu kağıdın üzerinde. Uykuyla uyanıklıktaki gibi, her fikir orada. Şöyle bir geriye çekilip baktığınızda, fikirlerin fiziksel olarak önünüzde durduğunu düşünmek çok acayip…Bir insanın 1,5 ay boyunca düşündüğü, hissettiği her şeyi, beynini, kalbini o sergi mekanında görebiliyor ve alıp evine götürebiliyorsun… Yüksek estetik zevkleri olan küçük hırsızlar mıyız yoksa?
Sonra Introvert sergisinden bahsediyoruz. Resimden farklı alanlara kaydığı, çizimlerini farklı malzemeler ve genç sanatçılarla yeniden yorumladığı bir sergiydi. Yolculuğuna devam ederken, bu yeni sergide, Introvert sergisinin üzerine yeni malzemeler ve yeni deneyimler eklemiş sanatçı. Özellikle üç boyutlu işlerin kendisine çok heyecan verdiğini ve bu heyecanla daha da çok ürettiğini anlatıyor… Sanatçının çizimlerini farklı malzemelere 32 kişilik, genç sanatçılardan oluşan bir ekip taşımış; her genç sanatçı kendi çalıştığı malzeme ile çizimleri üç boyutlu heykellere çevirmiş. Bir önceki sergisinde kullandığı seramikler, nakışlar, eskiciden bulunan malzemelerle heykeller, polyester cam heykeller, narin cam üflemelerin yanı sıra, bu sergide mermer, keçe, ayna ve hazır malzemelerden kolajlar da eklemiş, ilk kez bir mobilya yapmış. Eserlerin yanında görünce pek şaşırdığım (Instagram’dan görüyordum ama bu kadar büyük ve kapsamlı olduğunu hayal edememiştim) bir de sınırlı üretim baskıların, keçelerin, sanatçı defter kopyalarının hatta ayakkabı, küpe gibi giysi ve aksesuarların olduğu bir Art Shop da var. Yepyeni ve bence pek hoş bir girişimle Anna Laudel’in zaten var olan küçük dükkanı tamamen bu sergiye özel olan yeni bir dükkan haline gelmiş.

Sergiye dönersek, bu sergide eskilerine nazaran üç boyutlu işlere daha da fazla detay eklemiş… Özellikle içindeki her sembolle ayrı bir mesaj verdiği Amerikan Rüyası, Erkek Çocuk kolajlarının hikayelerini dinlemek ayrı bir zevk… Ya da mesela, işlerden birinde çok dikkatli bakarsanız (bu da sergiyi gezerken bir oyun olsun) işin çerçevesinden sanatçının Pug cinsi köpeği (minicik bir boyutta) sallanıyor. “Her işe maydonoz olmaya bayılır, ben de onu işime maydonoz olurken ekledim,” diyor. Sanatçının pek derinden izlediğiniz düşünce dünyasının yanısıra, dış dünyasının kahramanları da işte böyle, beklenmedik köşelerde karşınıza çıkıyorlar sergide. Esinlendiği Dante, Nietzche, Grayson Perry, her sergisinin ana kahramını eşi Sedef, bir kutu içinde artık mefta olmuş şişme “eski asistanı” Alman Dorothy…
Serginin en etkili işleri, aslında o eğlenceli görüntünün altındaki hassas ruhlarımızla da kucaklaştığımız Dua ve Hiçbir Yerde yerleştirmeleri. Sergide bu yerleştirmelere giden yolda dini, spiritüel referans ve semboller çoğalıyor. Pek hoş bir müzikle, kıyıdan dönen bir hayatı karanlık bir odada kutsadığınız Dua’dan sonra çıkıp bir ormana girerek ulaştığınız “sanatçı öldükten 10 yıl sonra yapılan anma töreni” canlandırmasında siz yaklaştıkça kalp atıyor, bitkiler hareketleniyor. Birlik, yanında olma, hayatı geri getiriyor… Kuran, bu son dokunuşuyla sergi metninde de anlatıldığı gibi, “iyi ve kötü ayrımı olmadan, sadece olumlu ya da olumsuz olana odaklanmadan birlikte olabilmenin öneminin altını çiziyor.”
Bu yazı, Milliyet Sanat Dergisi Ağustos 2020 sayısında yayımlanmıştır.