Uluslararası sivil toplum örgütlerinde, devletler üstü organizasyonlarda yıllardır aynı konuları çalışan uzmanlar, bilim insanları, politika yapıcılar, araştırmacılar, bürokratlar dünyanın çeşitli yerlerinde toplanıp toplanıp tartışıyorlar. Pandemiden iklim değişikliğine bugünkü sorunların yanı sıra ve bilimsel olarak kanıtlanmış, kesin gerçekleşecek felaketler gündemlerini dolduruyor. Fakat hepsinin bildiği (acı) bir gerçek var ki tüm devletler ve büyük şirketler bir arada hareket etmedikçe (ki bunun ne kadar imkansız olduğunu bir durup düşünün), herhangi bir olası felaketi büyük ölçüde engellemenin imkanı yok. Başımıza ne gelecekse er geç gelecek ve biz ya da bizden sonraki nesiller bunları deneyimlemek, yaşamak durumunda kalacak. Ahmet Doğu İpek’in Arter’de devam eden Başımızda Siyahtan Bir Hâle sergisinin metninde Heraklitos’a gönderme yapılarak söylendiği gibi, değişim dışında hiçbir şey kalıcı değil.
Çünkü bizler, insanlar, bu koskocaman evrende küçücük birer parçayız. Ne kadar kalabalık ve güçlü olduğumuzu düşünsek de toplamımız da küçük. Evet, yaşadığımız gezegenin içini oya oya tahrip etmekle meşgulüz ama bizim yaptıklarımız, koskoca evren ne kadar etki eder ki? Evreni bir yana koyalım, doğaya gerçekten hükmediyor muyuz/hükmedebilir miyiz? O kendi akışında akarken, sırası geldiğinde bizi de seline katar ve götürür. İşte bu kadar küçücüğüz. İşte benim hissettiğim, anladığım bu oldu Ahmet Doğu İpek’in sergisinden. Koskoca bir dünyada, bir evrende, biz, küçücüğüz.
Karanlıktan çıkıyor bu sergi. Kara delikler, volkanların kara dumanları, kara taşlar, kara enerjiler… Arter’in güneş almayan, karanlık bir katında çıkıyorsunuz bu yolculuğa. Önce bir video karşılıyor sizi. Sanatçının 2020-2022 yılları arasında ürettiği eserlerin en yenisi, bildiğim kadarıyla ilk ve sergiyi en etkileyici kılan eserlerden, bir video denemesi. Zephyr I. Yunan mitolojisinin dört rüzgarından biri. Kocaman bir ekranda, üzerinde hiçbir gücünüz olmadığı büyük bir doğa olayı izliyorsunuz. Sanki kara bir hortum süzülüyor. Agresif değil, kendi akışında. Korkunç değil, güzel. Sanatçı bu videoyu bir miktar mürekkebin büyük bir bardak suda hareketini kaydedip ölçeklerini değiştirerek ortaya çıkarmış. Algılarımızda yaşananlara örnek, güzel bir ironi diye düşünüyorum. Büyük algıladığımız şeyler (mesela insanlık olarak bizzat kendimiz) küçükken, küçük gördüğümüz şeyler bizden çok daha büyük.
Sonra sergi salonuna giriyorsunuz, evrenden dünyanın ortasına sanki bir taş düşmüş. Bu dünyayı bir güneş tutulması çevreliyor. Kağıtlar üzerinden siyah yağlıboya ile güneşin karartılmasını, kağıda yayılan yağlar ile çevresindeki hareleri izliyoruz. Yavaş yavaş oluyor herşey. Aslında bizim hayal edemediğimiz baş döndürücü, hatta kafayı uçurtacak bir hızda ama gözümüzle baktığımızda yavaş yavaş. Sergi metninde bahsedildiği üzere, Ahmet Doğu İpek sergide kaos ve kozmosun akrabalığını vurguluyor. Yıkımın ve yaratımın olduğu bu dünyada, bu sergi alanında, güneş tutulur ve dünya onun etrafında bizler ve tüm canlılar uyuyor uyanıyor, doğuyor ve ölüyoruz. Başımıza gelecekler geliyor, güneş tutulmadan çıkıyor, dünya dönmeye, evren kendi kurallarında akmaya devam ediyor.

Cansız ve anlamsız diye düşündüğümüz taşların resimlerine bakıyorum sergide. Onların da ölçekleriyle oynanmış, neredeyse birer insan boyundalar ve detayları, dokuları sanki birer insan derisi gibi. Yaşıyorlar gibi. Çünkü biz ne kadar bu dünyaya aitsek, taşlar da ait. Onlar da bu evrenin parçası ve aslında evrenin bu akışında, pek de bir farkımız yok.
Kendimize benzeyen taşlardan kafamızı çevirip İpek’in yarattığı hayali bir adaya gidiyoruz: Albino Adası. Güney Pasifik Okyanusu kıyısında bir adaymış bu. Volkanik bir alan. Yanardağı, karanlığı ile göz alıcı siyah dumanlar püskürtüyor, dumanlar neredeyse yüksek tavanlı sergi salonunun tepesine ulaşacak… Yanardağın adı Cauecus. Latince kör anlamına geliyor. İnsanlık olarak düştüğümüz görlükten, bu hayali adada da kurtulamıyoruz. Dünyayla baş edebilmek için ne icat edersek edelim, ne hayal kurarsak kuralım aslında gerçeklerden kaçamıyoruz. Ahmet Doğu İpek’in bu kurgusunda, gözlerimizi açmaya çalışsak da etraf toz duman ve biz sadece bir sis perdesi görüyoruz. Başka bir şey değil.
Başka bir şey değil; çünkü bu koca evrende kendimizle aklımızı bozup kör olmuş durumdayız. Başımızda Siyahtan Bir Hâle sergisi, ismini bir dizesinden aldığı Edip Cansever’in Tragedyalar III şiirindeki gibi dünya düzeni yıkılıyor, değerler çöküyor, toplumlar değişiyor. Evrendeki olaylar nasıl başımıza engellenemez bir şekilde geliyorsa, kendi yarattığımız yıkımlar da başımıza engellenemez bir biçimde geliyor. Küçük birer noktacık olarak, evrenin akışında kendi kaygılarımızı, karanlığımızı kendi elimizle yaratıyoruz. Ve bunlar olurken, yanardağlar fokurduyor, depremler oluyor, sular taşıyor, güneş tutuluyor. Başımızda Siyahtan Bir Hâle,
Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar.
…
Gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
Ne korku, ne kin, ne de yenilme
Ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
Duyup da bilmediğiniz, bilip de tatmadığınız
Dünyanın tekdüzenli renginde.
Edip Cansever – Tragedyalar III
Bu yazı, Milliyet Sanat Dergisi, Ağustos 2022 sayısında yayımlanmıştır.