Bu aralar Datça’nın dingin ve ilham veren havasında üretimine devam eden İstanbullu sanatçı Evren Erol, 5. kişisel sergisini bu ay New York’ta açacak. Evren Erol ile bugüne kadarki üretimini ve Arsham/Fieg Gallery‘de açacağı sergiyi ve yeni projelerini konuştuk.
İçinde yer alanların çok iyi bildiği üzere, kurumsal profesyonel dünya bireyin kendisini sadece profesyonel olarak geliştirmesini değil, “kişisel” olarak da “geliştirmesini” ister. Yani; bir mimarsan daha iyi planlar veya çizimler yapman yeterli olmaz; herhangi bir kurumda yükselmek istiyorsan kişi olarak da daha politik, daha stratejik, daha olgun olman beklenir. Bu talimatlar, senin nasıl bir kişi olduğuna göre değişir. Örneğin; aynı sektörde çalışan çok sevdiğim bir arkadaşıma iyi bir lider olmak için daha “cengaver” olması gerektiği söylenirken, ben hep “daha sakin bir insan” olmam gerektiğiyle ilgili geri bildirim almışımdır. 8-10 senedir iş dünyasının içinde olduğum düşünülürse, birileri beni fena yoğurmuş olmalı bu zamana kadar!
Son dönemde aklıma yatan uygulayabileceğim öğütler arasında “otantik bir lider olabilme yetisini geliştirme” konusu vardı. Yani; sen yine sen ol, herkes gibi olmak zorunda değilsin, diğer yandan vizyonunun ve liderlik özelliklerini geliştirebilirsin. Bunu tavsiye eden kitabı, sadece işi düşünerek değil tüm hayatımı düşünerek değerlendirmeye karar verdim (zaten tersi uygulamada çakılıyor; al bir tane daha kurumsal öğrenim) ve kendi otantik yanlarımı anlayabilmek adına arkadaşlarım arasında kendim konulu bir “pazar araştırması” yaptım. Bu araştırmanın ilk cevaplayanı ise kitabı bana tavsiye eden yöneticim oldu. “Beni nasıl tanımlarsınız?” sorusunu sorduğumda verdiği cevaplardan birinin “statükoyu sorgulayan, ona meydan okuyan” olması kendimden memnun olmamı sağladı şu kurallar dünyasında.
Evren Erol ile ilk “Kırmızı Çizgi” sergisinde tanışmıştım. Benim gibi söyleyecek şeyi çok olan, içi içine sığmayan, kalıbından fırlamak isteyen formlar bana o zaman kişisel olarak tanımadığım bu sanatçının beni çok iyi anladığını hissettirmişti. Sanki sistemin bir parçası oldukları için pürüzsüz ve pasparlak duran heykeller, benim tanımlandığım gibi statüko sorgulamalarını kendi içlerinde yapıp duruyor; o yüzden kendi içlerinde devinip duruyorlardı. Keza, sergideki metaforların “hayatın baş aktörü bireyin kendini yeniden var edebilme ihtimali için bir deney alanı olduğuna” işaret ettiği yazılmıştı sergi kataloğunda.
Aslına bakarsanız hem sonradan eski sergilerini incelediğimde hem merakla yeni sergilerini ziyaret ettiğimde Evren Erol’un hep izleyiciler için bir sorgulama, deney alanı yarattığını düşünmüşümdür. Hatta, Evren’in sergilerinin yaşadığımız sosyo-politik dönemler ve bu dönemlerde yüz yüze kaldığımız hissiyatlarla çok paralel gittiğine inanmışımdır. Sanki bizim kısa hayatımızın bir hikayesini de Evren formlarıyla ortaya koyuyormuş gibi…
Bütün bunlar kafamda dönüp dururken Evren sohbetimiz sırasında “Sergilerim bireyi toplumsal yaşam içindeki rolleri ve değişimleri ile keşfetme çabasıdır diyebilirim,” dediğinde, tamam dedim; Evren’in izleyici ile olan ilişkisini bundan daha iyi tanımlayamam. Kendine ait imzasını formlarına sürdürülebilir ve devam eden hikayelerle çok net koyan, gördüğünüzde Evren’in olduğunu bir bakışta anlayabileceğiniz heykellerin bir diğer imzası da işte bu tanım. Evren Erol’un işleri, bir eserden, performanstan şahsen en çok zevk aldığım, kendine döndürebilme, “Ben kimim?” sorusunu sordurabilme gücünü taşıyor ve sanatçının hikayenin (hikayemizin) devamıyla tekrar karşınıza çıkmasını dört gözle bekliyorsunuz adeta.
Evren Erol ile tatlı Datça esintilerinin eşlik ettiği bir sohbette, bugüne kadarki işlerini ve (hem de sosyal medyadan keşfedilerek!) genç bir Türk sanatçı için büyük bir başarı olan New York sergisini ve yeni projelerini konuştuk…
Kendini BULus, seni ilk tanıdığım sergi ve kişisel favorim Kırmızı Çizgi, Aklın Yarat(T)ıkları ve Aklın İyimserliği… İlk serginde (2012) bize dayatılan gerçeklikleri sorguluyorsun; ikincisinde (2015) heykeller adeta kendi içlerindeki kavgayı darbelerle dışarıya yansıtıyorlar, üçüncü serginde (2016) sanki duruluyorsun, daha dingin bir yerden bakıyorsun ve acaba negatifliği, düşmanları biz mi yaratıyoruz diye soruyorsun, biraz daha umutlanıyorsun. Yaz başı gördüğümüz son serginde ise sanki o umutla ilerlemek mümkün olmuyor; ama yine de huzuru tercih edip kendini dışarıdan soyutlamış ve böylece iyimser kalmayı seçmiş bir bireyin dünyasına sokuyorsun bizi.
Sergilerinin açıldığı dönemleri ve o dönemlerin gündemlerini iyi hatırladığımdan ve her seferinde serginle gündemi eşleştirdiğimden, toplumsal yaşanmışlıkları sergilerine aktardığını, işlerinle olan biteni bir sorgulama, düşündürme ortamı yarattığını düşündüm hep. Sorguladık, iç kavgalar yaşadık, umutlanmak istedik, bir nevi geri çekildik… Bu konudaki yorumlarını merak ediyorum. İşlerini ve sergilerini ortaya koyarken sonuç kişisel bir hesaplaşma mı oluyor yoksa karşındakine bir şey düşündürtme amacın da var mı? Bu bağlamda üretim süreci nasıl geçiyor?
Sergilerimin ruh halleri ve izleğine dair değerlendirmelerin için içtenlikle teşekkür ediyorum. Bir sanatçının yıllar içinde üretimi farklı duraklarda farklı yollarda ilerlese de , dert edindiği , hayatı yaşarken algıladığı ve yorumladığı bir dünya algısı ve hissi vardır. Bu his ve görüş zaman içinde olgunlaşarak sadeleşebilir ya da bazen söyleyecekleri ağzında dolduğu için çoğalabilir. Bu o günün şartları ve hayatın akışı ile farklılıklar gösterebilir. İnişleri ve çıkışları olabilir. Ama eğer izleyici temelde bir ortak ruh halini , o sanatçıya ait bir form ve anlatım dili ile bütünlüğü yakalayabiliyorsa özgün bir şeylerin filizlendiğine dair bir görüş dile getirilebilir. Sergilerim bireyi toplumsal yaşam içindeki rolleri ve değişimleri ile keşfetme çabasıdır diyebilirim. Toplumun siyasal, sosyolojik ve psikolojik yaşanan şiddet, ayrışma ve bazen aynılaşma karşısında bireysel bir tepkinin dışavurumu olarak sanatımı bir sorgulama yöntemi olarak paylaşıyorum. Bunu yaparken izleyiciyi tek yönlü manipüle etmeyen bir dilin keşfi çabasındayım. Sanatı hayatı algılama, bilinçaltımız ile bir yüzleşme deneyimi olarak görüyorum. Bu anlamda bir kişisel hesaplaşma süreci toplumsal varlığımıza ve sistemimize karşı sorular sorma eylemine bir davet niteliğindedir. Bu sorgulama sürecine davet, salt kendi coğrafyamıza ait olmayan evrensel bir sorunsalın karşısında, sürece dair göstergeler ve imgeler ile insanlığın kolektif bilinçaltına işlemiş izlerin peşinden gitmektir. Çağdaş dünyamızda dahi “Ben kimim” sorusu derinliğini korumaktadır. Bugün insan farkında olduğu ya da olmadığı, maruz kaldığı bir yaşamın figüranı olmaktan, ancak kendi sözünü dile getirerek hayatının baş aktörü olabilir. İnsanın bugünü, dünü ve yarını keşfedebilmesi için sanatın tarihsel belleğine göz atması yeterlidir.
Sergilerinde, izleyene işlerinin ardında aslında hep siyasal, sosyolojik bir alt mesajı var gibi hissettirmekle beraber çok net toplumsal mesajlar vermiyorsun. Sanki izleyicinin kendi düşünüp bulmasını istediğin bulmacalar yaratıyor gibisin. Açık mesaj vermemek bilinçli bir seçim mi yoksa bir tarz meselesi mi?
Aslında ben şiirsel bir dilin peşindeyim. Kelimelerin yan yana geldiğinde çoğul anlamlar kazanması beni her zaman çok etkilemiştir. Yeni çağrışımlar oluşturabilmek, bildik, tanıdık imgeler, metaforlar ile ironik bir dili yakalamak benim yegane amacım diyebilirim. Bunun arayışı içindeyim. Bir yapıt karşısında hangi kültürden hangi sınıftan olursan ol ortak bir duygu ve soru etrafında birleşebiliyorsak, sezgilerin rehberliğinde okunabilen bir sanat ile iletişim halindeyiz diyebiliriz. Asıl bizi harekete geçirecek ve değişime olanak yaratacak dinamizm belki de budur. Sanat üretimini biraz köşede keşfedilmeyi bekleyen pür matematiğe benzetiyorum. Sanatsal bir dilin yaratımı izlemekten okumaktan keyif aldıklarında saklı olabilir.
Sosyolojik ve siyasal mesajlardan bahsetmişken değinelim; başka sanat dallarından, edebiyattan beslendiğini hissedebiliyoruz. Beslendiğin diğer sanat dalları, sanatçılar, yazarlar kimler ve hikayelerini kendi hikâyelerinle nasıl birleştiriyorsun, örnek verebilir misin?
Bu soru karşısında her zaman “ahh” keşke şu yazardan bu sanatçıdan da bahsetseydim hissine kapılırım. Bu nedenle ilk dillendireceklerim beni en çok etkileyenlerdir. Kendi alanımdan Isamu Naguchi ve Antony Gormley minimalizmine, hiçbir zaman o formları yapamayacak olsam da Georg Baselitz dışavurumculuğuna hayranım.
Türk edebiyatını her zaman çok sevdim Sabahattin Ali’den Yaşar Kemal üstada, Hasan Ali Topbaş şiirsel metinlerinden, Münir Göle öykülerine, Hakan Günday’ın yeraltı edebiyatı ilgimi çeker. Trajik bir hayatta güzelliğin savunucusu Oscar Wilde ile çağdaş insan hakkında kötümser eserleri ile Samuel Beckett severim. İnsan kimliğinin doğasını araştırdığı filmleri ile David Lynch izlerken Kim Ki-Duk gibi bir anlamda varoluşçu yönetmenleri severek izliyorum.
Heykellerinin yanı sıra bir de web sitende illüstrasyon çalışmalarını görüyoruz; Daire Galeri’deki en son serginde (Aklın İyimserliği) bu çalışmaların bir kısmını görme şansına eriştik. Bu sergiye kadar ise heykellerinle ön planda oldun. İllüstrasyonları daha fazla görecek miyiz?
Bugüne kadar desenlerim, edebiyat alanındaki üretimlere misafir oldu diyebilirim. Kimi zaman şiirlerdeki imgelere, öykülerdeki metaforlara yarenlik etmişlerdi. “Aklın İyimserliği” sergisi ile kendi yarattığım bir hayali karakterin ruh halinin göstergeleri olarak paylaşma şansım oldu. Desenlerimin edebiyatla ilişkisi devam edecektir. Disiplinler arası üretim dili bir sanatçıyı özgürleştiriyor diye düşünüyorum. Farklı projelerde hangi dil, kendimi ifade etmeme yardımcı olacaksa onu tercih edebilirim. Sanırım bunu zaman gösterecek.
5.kişisel sergini New York’ta açmak gibi büyük bir başarıya imza atacaksın! New York sakinleri hangi galeride işlerini izleyebilecekler? Galeri ile yollarınız nasıl kesişti?
Mimari enstalasyonları ile ünlü sanatçı Daniel Arsham ve KITH mağazalarının sahibi ve tasarımcı Ronie Fieg’in Newyork Manhattan’da Kith mağazasının 2. katında açmış oldukları Arsham/Fieg Gallery’ye 27 Eylül-29 Ekim tarihlerinde “Butterfly Effect” adlı kişisel sergimle misafir olacağım.
Arsham’ın mimari tasarımını gerçekleştirdiği, ölçek ve perspektifle oynanmış bu minyatür galeri , uluslararası kişisel sergi projelerine ev sahipliği yapıyor. Japon sanatçı Tomokazu Matsuyama, Street Art’ın önemli temsilcilerinden İngiliz sanatçı SHOK-1, Avustralya doğumlu Mark Whalen sergi açan sanatçılardan bazıları ve galeri 2017 yılından bu yana kişisel sergiler ile etkinliklerine devam ediyor. Daniel Arsham’ın sosyal medyada çalışmalarımı görmesi, web sitemi incelemeleri sonrasında galeri yetkilileri yaklaşık bir sene önce e-posta ile bu sergi davetini gerçekleştirdiler.
Yeni sergindeki işlerden bahsetmek istiyorum bir de. Serginin konusu, işlerin ile ilgili neler söyleyebilirsin? Datça’daki yeni stüdyonda uzun bir hazırlık süreci geçirdin sosyal medyadan izlediğimiz kadarıyla…
Bu sergide paylaşacağım heykellerim, bugüne kadar üretmiş olduğum formların dünü, bugünü ve yarını, kendi sanatsal yolculuğumu yeniden değerlendirdiğim bir süreç oldu. Belki ilk yurtdışı sergi deneyimi olması beni bu minvalde düşünmeye yönlendirdi. Kendi kendimle yüzleşebileceğim bir sergi hazırlığı diyebilirim. Sergi teklifinin gelmesi ve bu sonucu, başlangıcı ile düşünmek, “Kelebek Etkisi” teorisini bir imge olarak ele almamı sağladı. Evrendeki gidişatı değiştirme gücüne sahip olmak ya da küçük hayatlarımızda büyük dönüşümlere neden olacak kararların yol ayrımında bulunmak üzerine düşündüğüm çoğunluğu soyut formlardan oluşan çalışmalarımı Datça’nın dinginliğinde keyifle ürettim diyebilirim.
Seni yeni sergin ile ilgili en çok heyecanlandıran şey ne?
Dünyanın bir yerinde bir fikri bir hayali forma dönüştürüyorsun. Dünyanın diğer ucunda biri bunları görüyor ve gel bizimle paylaş diyor. Bu insana keyif veren heyecanlı bir süreç…
New York sonrası planların var mı? Bildiğimiz kadarıyla bir süredir belirli bir galeriye bağlı çalışmıyorsun? Seni nerelerde görmeyi beklemeliyiz?
Bu ilk yurtdışı kişisel sergi projesi sonrası kimlerle, hangi projeleri hayata geçirme fırsatım olacak bende merak ediyorum. Bağımsız bir sanatçı olarak farklı etkinliklerde yer almaya devam edeceğim. Örneğin 18 Eylül- 14 Ekim tarihleri arasında küratörlüğünü Ezgi Yıldız ve M. Wenda Koyuncu’nun üstlendiği, Uniq Galeri’de 4. İstanbul Tasarım Bienaline paralel bir grup sergisinde yer alacağım. Bunların yanı sıra, yaklaşık bir buçuk senedir üzerinde çalıştığım bir kurumsal heykel projesini sonlandıracağım. “Bir İz“ adlı anıtsal heykel projesi Allianz İzmir Kampüs’üne yerleştirilecek. Kurumun CEO’sundan, en küçük birimine kadar yaklaşık 800 çalışanın, son dokunuşları ile tamamlanacak bu heykel projesi beni gerçekten heyecanlandırıyor. Heykelin açılışını 26 Ekim’de gerçekleştireceğiz.
Son soru… Okuyuculara vermek istediğin bir mesaj var mı?
Dünya küçük, hayaller sonsuz. Sevgilerimle… J