Rüyalar bize ne anlatır? Hiç durmayan beynimiz, bilinçaltımız biz uykudayken bize ne mesaj verir? Toplum olarak meraklı olduğumuz bir konu rüyalar. Beğenirsek hayrola, beğenmezsek “tersi çıkar” deyiverdiğimiz, kontrol edemediğimiz aklımızdan çıkan, yorumlamasını sevdiğimiz tılsımlar. Kahve falları, rüyalar, işaretler… Doğu toplumlarının bugünü ve geleceği anlamlandırma şekilleri. Bize çok yakın bir coğrafyadan, İran’dan çıkıp artık batı toplumunun, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir parçası olan, kendine özgü anlatımıyla uluslararası sanat piyasasının önemli aktörlerinden olan Shirin Neshat, Amerika’yı Amerika yapan farklı toplulukların rüyalarının peşine düşüyor. Hat sanatı ile kaleme aldığı, videolarda anlattığı rüyaların sahiplerinin yüzlerini İstanbul’da Dirimart’taki Land of Dreams (Düşler Ülkesi) sergisi ile bizlerle tanıştırıyor.
Shirin Neshat’ı bu sergide ilk kez Amerikalı göçmen kimliği ile görüyoruz. Sanatçı İranlı-Amerikalı bir göçmen olarak hem diğer göçmenlerle hem de Amerika’nın gerçek sahibi yerlilerle konuşuyor. Sergide, yerden tavana kadar uzanan fotoğraflarda Neshat’ın konuştuğu ve fotoğrafladığı 111 portreyi görüyoruz. Bu fotoğraflara eşlik eden çift kanallı video yerleştirmesi için Neshat, belki de kendisine benzetebileceğimiz, hatta alter egosu olarak tanımlayabileceğimiz Simin adında İranlı genç bir fotoğrafçı kadın karakteri yaratıyor. Videolarda Simin’in peşine düşüyor, insanlara son gördükleri rüyaları soruyoruz. Ne dedik, sonuçta rüya yorumlamayı seven insanlarız… Ülkeleri insanlar, insanları rüyalar oluşturuyorsa, içinde yaşanan ülkenin gerçek yüzü, orada yaşayan insanların rüyalarıyla ortaya çıkıyor. Rüyalarımızı oluşturan ülke ile rüyalarımıza giren ülke fikri birbirine karışıyor ve bizler, bu sergide düşler dünyasında süzülüyor, inşaa edilen kimlikleri sorguluyoruz.
Shirin Neshat’ın sergiyle aynı ismi taşıyan, ilk kez 78. Venedik Film Festivali’nde gösterilen, üçüncü uzun metrajlı filmi, sergiye heyecan katan bir ek olarak 41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlenebilir. Bu film arasında gelin Shirin Neshat ile bir sohbet edelim ve Neshat’ın baktığı yeni merceği, bu merceği kendi kültürüyle birleştirmesini, çalışma süreci ve Türkiye’ye uzanan macerasını konuşalım.
Daha önceki çalışmalarınız ülkenizle olan ilişkilerinizi yansıtıyor, temel insan hakları çağrıları yapıyor ve bunların varlığını sorgularken, şimdi farklı bir perspektiften, “yeni bir mercekten” bakıyorsunuz. İlk defa bir “Amerikalı göçmen” olarak statünüzü yansıtıyorsunuz. Bu bakış açısı değişikliği nasıl oldu?
Çalışmamı hiçbir zaman İran’da temel insan hakları için bir çağrı olarak görmedim. İran toplumuna bakan ilk çalışmam daha çok İslam Devrimi’ni ve onun kadınlar aleyhine yarattığı fanatizm ve dini hararet ilgili rolünü ve bunların yarattığı dini inançlar çerçevesinde militan olma isteklerini sorgulamaktı. Yani işin bütününün temel insan haklarına yönelik bir çağrı olduğunu söylemek gerçekten bence doğru bir algı değil. Bununla beraber, çalışmalar bu İran kültüründe kadın durumunun karmaşıklığına odaklanmayı sağladı ve belirli soruları formüle ederek konuya eleştirel yaklaşmış oldum. Böylece 1993’ten 2010’a kadar olan çalışmalar, gerçekten şimdiki-geçmiş zamandaki İran ve İran toplumuna ve çalışma boyunca cevap aramaya çalıştığım bir dizi soruya odaklandı. 1996’dan beri, Amerikan toplumundaki değişikliklerden de dolayı çok uzun bir süre İran’a dönemediğim için son 10 yıldır objektifimi Amerika’ya, 17 yaşımdan beri evim olan eğitim aldığım, ikamet ettiğim Trump öncesi ve Trump yönetimdeyken büyük bir kimlik krizi geçiren ülkeye döndürmek istedim. Bu yüzden, tıpkı geçmişte olduğu gibi yine kendimi kendi ülkeme biraz yabancı hissettim. Amerikan kültürü içindeki bir göçmen olarak biraz yabancı gibi duruyordu ama kültürün aslında içindeki bir parça olarak onu eleştirmeye ve “Amerikan Kimliğini”nin yanı sıra, siyasi adaletsizlik, yozlaşma ve demokrasinin varlığı gibi konular hakkında sorular sormaya cesaret ettim. Kendimi gerçekten hiçbir zaman aktivist olarak görmedim; kendimi daha çok, bizim kaderlerimizi belirleyen sosyal düzeni, sosyal hükümetleri insan olmanın nasıl bir şey olduğu bağlamında sorular sormaya meraklı bir şair gibi görüyorum.
New Mexico’da Kızılderililer, Afrikalı Amerikalılar, Latin Amerikalılar ve Anglo-Amerikalılar ile konuştunuz ve sonra tekrar köklerinize dönerek onların hikayelerini tamamen farklı bir kültürle, Farsça hat sanatıyla yazdınız. Önceki çalışmalarınızda da yer alan kaligrafiyi bambaşka kültürlerin hikayesini anlattığınız bu çalışmada da tercih etme sebebiniz ne oldu?
New Mexico’ya gittiğimde amacım, Amerika’da yaşayan ve Amerika’nın gerçek yüzü olduğunu düşündüğüm çeşitli toplulukların portrelerini çekmekti. Buna Afrikalı-Amerikalılar, Latin Amerikalılar, Kızılderililer, Kuzey Avrupa kökenliler, fakirler, zenginler, engelsizler, engelliler, farklı etnik kökenlerden, ırklardan ve dillerden ve dinlerden insanlar dahildi. Sonuçta ben İranlı olduğumdan ve çalışma bir İranlı-Amerikalı veya İranlı-göçmen bakış açısından yapılacağından, bu topluluklara mensup kişilerden bana biraz portrelerini biraz da kendilerini vermeleri için izin alarak onları fotoğrafladım. Karşılığında da onlara kendi kültürümden bir şeyler geri vererek gerçekten de aramızda bir birlik yarattığını düşündüğüm hat sanatını verdim. Hata sanatı ile yazılmış metinler üzerinden onların bana kendilerini ve kendi dünyalarını, ifadelerini ve ruhlarını, hikayeleri ve hayalleri karşılığından onlara kimliğimi, sanatımı verdim. Üstelik onların rüyalarını on birinci yüzyıla ait tarihi bir kitaptanmşçasına daha küçük yazılar kullanarak yazdım; diğer metinlerde ise daha kalın ve beyaz yazı tipleri kullanarak isim, soyad, doğum yeri ve doğum tarihlerini logolara benzettim. Böylece, Amerika ve Amerika’nın kimlikleri hakkında yazılan bu hikayenin, bir İranlı, onun bakış açısı, onun tarih anlayışı ile yazıldığının net olarak anlaşılmasını istedim. Bu hikaye, bir Amerika’da doğan biri ya da bir Meksikalı göçmen tarafından yazılmadı; bu çok özgün ve İranlı bir sanatçının bakış açısı.
Sergide yer lan 111 kişinin fotoğraflarını çekerken karşılaştığınız en ilginç hikaye nedir? Size göçmen olmakla ilgili bambaşka bir bakış açısı sunan, sizi şaşırtan bir hikaye oldu mu?
Sanırım benim için en büyük ve en anlamlı devrim, Amerika’da yaşadığım bunca yıl boyunca gerçekten hiç tanışmadığım Kızılderililer ile olan etkileşimimdi; çünkü genellikle Amerika’da belirli eyaletlerde yaşıyorlar oldukça izole edilmiş belirli bölgelerde yaşıyorlar ve Amerikan toplumuna neredeyse hiç entegre olmamış durumdalar.Onlarla tanıştığımda, onlar için ilk kez bir İranlı ile tanışmak büyük bir merak sebebiydi. Benim için de aynısı geçerliydi; çünkü ilk kez Amerikan yerlileri tanışıyordum ve onların hikayelerini, tarihlerini ve şu anki yaşamlarını, ekonomik, politik olarak nasıl marjinalleştirildiklerini ve şartlı olarak nasıl marjinalleştirildiklerini, kendilerine ayrılmış (yaşamalarına izin verilen) özel bölgelerde nasıl sıkıntılar çektiklerini ve harika bir doğa içinde yaşarken nasıl ekonomik ve politik olarak sıkıntı olduklarını görebildim ve anlayabildim.
Videoyu biraraya getirirken Amerikan yerlilerinin rüyalarını anlattığımız metni değiştirmek durumunda kaldık. Konuştuğumuz kadınlardan biri bize kaybetme korkusunu rüyasını anlattı; çocuğunun kendisinden alınıp manastıra kapatılma korkusunu. Bu onun ve onun neslinin başına gerçekten gelmişti; bana yedi ya da sekiz yaşlarındayken Amerikan hükümeti tarafından ailelerinden alındıklarını ve yatılı evlere yerleştirildiklerini söyledi. Böylece Hristiyanlığa geçebilirler ve aynı zamanda dinlerini de unutabilirlerdi. Bu hikaye benim için çok yürek parçalayıcıydı ve sonunda planımızı değiştirip bu çocukların tutulduğu ve şu anda harap olan bir manastır aramaya başladık ve sonunda onun kabusunu bu yerde filme aldık. Bu, bize bu hikayeyi anlatan kişi için o kadar travmatik ve acı verici bir anı ki halen bu kabus onu uykusunda tekrar tekrar ziyaret ediyor. Benim için gerçekten en ilgi çekici hikayeler, insanlardan duyduğum işte bu acı hikayeler.
Bu serginin tam da bu dönemde Türkiye’de açılması, ülkede yaşananlar açısından oldukça anlamlı diye düşünüyorum. Alevli bir göçmen tartışmasının yaşanmasının yanısıra, kadına yönelik şiddetin çok hızlı ver sert bir şekilde arttığı bir dönemdeyiz. Burada yaşananları hiç gözlemleyip işlerinizle özdeşleştirme şansınız oldu mu?
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’ye bu zamana kadar 4-5 yılda bir festivaller, aile buluşmaları veya Dirimart’taki sergiler için geldim. Bu yüzden, ülkedeki ekonomik, politik durumları, laik ve laik olmayan Müslümanlar arasındaki bölünmeyi ve kadınların durumunu yalnızca uzaktan takip ediyorum ve hem etkileyici hem de oldukça çok karmaşık buluyorum. Doğu ile batı arasında bir eşikte olan, İslamlaşma eğilimi bulunan, bununla beraber tamamen ve özgür ve batılı, edebiyatı, sanatçı ve filmleri etkileyici olan bir ülke… Belki de Türkiye ile serginin en alakalı olabileceği kısım, hikayenin bir kadın tarafından anlatılıyor olması; hem de İran’ın etkileyici ortamında, bir kolonide yaşayıp travmatize olmuş bir kadının bakış açısıyla. Daha da önemlisi, sergideki video, küresel kırılganlık duygusu, endişe, yerinden edilme korkusu, şiddet, pandemi yoluyla ölüm, mülteci olma, nükleer soykırım hakkında. Ana karakterin topladığı bazı rüyaları anlatan, sergiye adını veren “Düşler Ülkesi” birebir Türkiye ile alakalı değil ama; bu bahsettiğim konular ve dünyada olup bitenler, insanlık olarak bu gezegende yaşarken duyduğumuz endişelerin hepsi artık paylaşılan küresel endişeler haline geldi. Başka bir deyişle, benim ABD’de veya İran’da korktuğum şey, Türkiye’de, Ukrayna’da, Rusya’da, Avrupa’da insanların korktuklarına çok benzer; çünkü hepimiz şiddetten, savaştan hastalıktan, yerinden edilmekten korkuyoruz. Bu fikinr, sergini ana teması. Bununla beraber elbet bir noktada Türkiye’de daha fazla zaman geçirme ve ülkeyi daha yakından tanıma fırsatına sahip olmayı ve umarım bir gün burada bir proje yapmayı çok isterim.
Land of Dreams 22 Mayıs 2022’ye kadar Dirimart’ta görülebilir.
Bu yazı, Milliyet Sanat Dergisi Mayıs 2022 sayısında yayımlanmıştır.