Modern Amerikan sanatına radikal bir bakış: Whitney Müzesi

“Whitney bir bina değil. Whitney bir fikir…”

Baş Küratör Donna De Salvo

John Lennon, New York’un Greenwich Village mahallesi için “Burada bir Amerikalı olarak doğmamış olduğuma çok pişmanım. Burası ölüyor olabilir, burada soluduğun hava çok kirli olabilir ama her şeyin olduğu yer burası,” demiş. İnsan New York’a ilk ayak bastığında bir çarpılıyor. İşte o her zaman gördüğün film karesinin içindesin. İşte, müziğin, modanın, sanatın, yemeğin, her şeyin olduğu yer burası. Amerika’yı biraz gezenin rahatlıkla anlayacağı gibi, New York, belki de Amerika’dan da ayrı bir organizma. New York seni çarpıyor, çünkü o anda gerçekten algılıyorsun ki her şey orada oluyor ve orada olmasına karar verilen, dünyanın da kültürel gündemine oturuyor.

img_5060

Lennon’ın hayran olduğu Greenwich Village’e benzer ve ona yakın, New York kültürünü yapılandıran eski mahallerden, galeriler mekanı Chelsea’den Greenwich Village’e doğru yürürken nehir kenarında büyük, belki ilk başta biraz biçimsiz b görünebilecek dikine bir yapılmış bir gemiye benzeyen, asimetrik beyaz bir bina ile karşılaşıyorsunuz. Bina, bir zamanlar gerçekten de 60’larda donmuş yiyeceklerin paketlendiği, 70’ler ve 80’lerde gay komünitesinin uğrak yeri olan, 90’larda popüleritesi yükselişe geçen ve bugün New York’un alternatif-lüks mahallelerinden olan Meatpacking District’in kalbinde konuşlanmış. Bu garip görünüşlü büyük beyaz gemi, demir attığı yerde oluşturduğu aura ile çevresinde yeni küçük bir dünya yaratmış. Bu bina, 1931’den beri farklı adreslerde, 2015’ten beri bu mahallede modern Amerikan sanatına yön veren Whitney Müzesi.

images

Yeni fikirlere açık değilsen kendi müzemi kurarım!

The Whitney Museum of American Art, 1931 yılında heykeltıraş ve ressam Gertrude Vanderbilt Whitney tarafından genç Amerikalı sanatçıların işlerini ve yeni fikirlerini sergileyecek bir yer bulamamaları sorununa cevap vermek üzere kurulmuş. İlk olarak Greenwich Village’de 1914’te Whitney Studio olarak bir nevi temeli atılan kurum, geleneksel sanat akademileri tarafından reddedilen, dolayısıyla da işlerini sergileyip satamayan genç sanatçılara kucak açmış. O dönemde bu yapıyı kurabilen ve hayatının büyük bir bölümünde Amerikan sanat dünyasının hamisi olan sanatçı ve koleksiyoner G.V. Whitney, tabiiki de kendi halinde bir heykeltıraş değil; Manhattan sosyetesinin de önemli bir parçasıymış. Öyle ki 1929’a gelindiğinde Whitney Hanım, aralarında John Sloan, Robert Henri, Maurice Prendergast ve Stuart Davis gibi sanatçıların işlerinin bulunduğu 600’ün üzerinde eserin sahibiymiş ve Amerika’nın o dönemki en ünlü sanat kuruluşlarından The Met’e (The Metropolitan Museum of Art) bu eserleri bağışlamak istemiş. Müze bu eserleri kabul etmeyince Whitney artık fazla düşünmemiş ve kendi yeni ve radikal müzesini kurmuş. Aralarında bugün The Met’in modern sanat bölümünün bulunduğu Madison Avenue’deki The Met Breuer binasının da olduğu farklı adreslerden sonra Whitney Amerikan Sanatı Müzesi, Mayıs 2015’te bugünkü yerine taşınmış.

İtalyan bir mimardan Amerikan modern sanatına armağan

Whitney’e dışarıdan baktığınızda küpe benzer koca bir beyaz bina görürsünüz. Müzenin zekice konulmuş Untitled (İsimsiz) ismiyle müzenin kendisi gibi farklı duruşuyla kendini belli eden kafesi, hemen yanında konuşlanmış sokak sanatçıları ve onların sattıkları eserler, Meatpacking District’in hipster mekanları (ve şaka değil, bu mekanlarda çalışan garsonların neredeyse her birinin Türkiye’deki mankenlere taş çıkartacak tip, tarz ve duruşta olması -sipariş vermeye çekinirsin!-) ve bu mekanlardan yükselen güzel müzikler, müzenin çevresinde bir şahane bir habitat yaratmış.

fullsizerender-71

Müze binası, büyük sergi alanları ve dev camlarından içeriye sızan doğal ışığıyla burada sergi yapacak sanatçılar için bir vaha. Armağan dediğime bakmayın, yapımı için 442 milyon dolar harcanan binanın iç alanı yaklaşık 4.645 metre kareyken dış alanı da 1.207 metre kare.

2015’te açılan bu yeni bina, hem tasarımı hem de bir önceki binanın iki katı alana sahip olması sebebiyle açılışı öncesi sanat dünyasında oldukça heyecan yaratmıştı. Ki, müzeyi Google’da aratırsanız sadece yeni bina ve mimarisi ile ilgili birçok makaleye ulaşabilirsiniz. İtalyan mimar Renzo Piano tasarımı bina, eski Whitney binalarından farklı olarak geniş bir performans alanı da sunuyor sanatçılara. Sanat eleştirmenlerinin müzenin sık vurguladıkları özelliklerinden biri, bu geniş alanın geleneksel yapılanmalardan farklı olması, girişli çıkışlı yapısıyla farklı bir sergileme ve gezi deneyimi yaşatması. Dolayısıyla ziyaretçiler için binanın en keyifli fonksiyonlarından biri, (hele hava güzelse) galeriler arasında gezerken sürekli dış teraslara çıkıp girebilmeniz. Heykellerin, video enstelasyonlarının bulunduğu terasların, New York’un eski tren yolu-yeni  ulusal parkı, yürüyüş ve sanat rotası The Highline ve Hudson Nehri’ne bakan şehir manzarası da ayrı bir tadı çıkarılası.

lederman-o05a9997-web

Whitney Koleksiyonu

Whitney Müzesi koleksiyonu bugün 3000’in üzerinde Amerikalı sanatçının 22.000’nin üzerinde işini kapsıyor. Müze, ayrıca kurulma sebebi olan, The Met’e rest çektiren, Gertrude Vanderbilt Whitney’nin 600 eserlik kişisel koleksiyonunu da halen barındırıyor. 1930’larda toplanan bu eserlerin yanısıra, Ashcan ekolünden eserler ve 20. yüzyıl Amerikan sanatının modernizm, sosyal realizm, soyut ekspresyonizm, pop art, minimalizm, post-minimalizm ve 80’ler ve 90’ların kimlik ve politika üzerine odaklanan eserlerinden örnekler müzenin koleksiyonunda yer alan akımlar arasında.

Müzeyi gezenler, gezdikleri dönemki sergi konseptine göre Amerikan sanatının önemli isimlerinden Alexander Calder, Mabel Dwight, Jasper Johns, Glenn Ligon, Brice Marden, Reginald Marsh, Agnes Martin, Georgia O’Keeffe, Claes Oldenburg, Ed Ruscha, Cindy Sherman, Lorna Simpson, ve David Wojnarowicz gibi Amerikan modern sanat dünyasının önemli isimlerinin kariyerleri boyunca ortaya çıkardıkları eserleri görme fırsatı yakalıyorlar.

hopper

Müzenin geniş resim, heykel, video, yerleştirme, fotoğraf gibi farklı medyumları barındıran koleksiyonunun sürekli sergilenen parçaları olduğu gibi, dönemsel sergiler sayesinde hem koleksiyonun diğer parçalarını görebiliyorsunuz, hem de koleksiyona yeni katılan eserler ile tanışıyorsunuz.

Farklı bir küratoryal bakış

Whitney Müzesi’ni gezmenin en keyifli yanı, bu geniş koleksiyonun size sunuluş şekli. Geleneksel kronolojik düzene aykırı bir biçimde, çok daha ilgi çekici bir şekilde kategorilenmiş eserler. Dolayısıyla koleksiyon, size diğer müzelerin koleksiyonlarından çok daha farklı hitap ediyor; ziyaretçilere, ziyaretçinin kendini işlere daha çok kaptıracağı farklı bir etkileşim sunuyor. Müzeciliğe radikal bir duruş ile başlayan Whitney, o farklı duruşunu halen bu tip alanlarda sürdürmüş oluyor böylece. Belki de buna, artık farklı beklentileri olan ve eski dönemlere göre farklı bir profili olan sanat severlere, modern sanatın çağdaş sunumu da diyebiliriz. Sanat artık sadece belli bir zümreye açık bir “yüksek alan” değil; herkesin algısına açık bir paylaşım alanı. Dolayısıyla da Whitney “herkese” yönelik bir kategorilendirme yapıyor sergilerinde.

IMG_8323

Bu farklı küratöryal sunuma örnek vermek gerekirse; ben müzeyi gezdiğim dönemde sunulan ve koleksiyondaki portreleri ziyaretçilerle buluşturan Human Interest: Portraits from the Whitney’s Collection eserleri, Street Life, Starstruck, Institutional Complex, New York Portrait, Portraits Without People, Body Bared, Portrait of the Artist, Price of Fame, Self-Conscious kategorilerine ayrılmıştı. Bu kategorilendirme sayesinde, Amerikalı sanatçıların o dönemki Avrupalı sanatçılardan farklı olarak kendilerini sunma/resmetme eğilimlerini (Portrait of the Artist), pop kültürün, medyanın onların üzerinde yarattığı yıkımı (Price of Fame), sanatlarını ortaya koyarken yaşadıkları psikolojiyi (Self-Conscious), Whitney Müzesi’nin tavrını ortaya koyduğu bir bölüm olarak, Amerikan ana akım kültürü tarafından görmezden gelinen, hatta marjinalize edilen grup ve kişilerin bedenlerini (Body Bared), 90’ların sosyal kargaşalarının sorgulamasını (Institutional Complex) sanat eserleri üzerinden inceleyebiliyordunuz.

IMG_8316

Lafını hiç sakınmayan, dilini en sevdiğim sanat eleştirmenlerinden Jerry Saltz, Whitney’nin farklı yaklaşımının müzeyi, rakiplerinin içinde kayboldukları eserleri tarih ve döneme göre tasnif etme bağımlılığından kurtararak özgürleştirdiği görüşünde. Modern sanat tarihinin –izm’lerle yazılmayacağını belirten Saltz, bu esnekliğin müzeyi farklı bir yere taşıdığını söylüyor. New York’ta modern sanatın ikonlarından MoMa, The Met Breuer, Guggenheim Müzesi gibi dev isimlerin arasında ancak Whitney Müzesi’nde yukarıda anlattığım sergideki gibi bir pop art eseriyle romantik bir eser tarih, zaman ve teknik gözetilmeden yepyeni bir kategoride yan yana konumlanabilir. Jerry Saltz, Whitney’nin apayrı bağlamlardaki eserleri bir anda yan yana koyabildiğini ve bunun yarattığı etkiyi oturup zevkle izlediklerini söylüyor. Eleştirmene göre bu yaratıcılık ve içgüdüsel kürasyon devam ettikçe, müze farklı konumunu korumaya devam edecek.

Kendi Bienali de var

Whitney Müzesi’ni Amerikan modern sanatının liderlerinden kılan en önemli etkinliklerinden biri de The Whitney Biennial. 1932’de Whitney Annual adıyla yola çıkan ve 1973’te bienal adını alan organizasyon, iki yılda bir yapılarak genç ve az bilinen Amerikalı sanatçıları tanıtmayı amaçlıyor. Dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden sayılan Whitney Biennial, Georgia O’KeeffeJackson Pollock ve Jeff Koons gibi sanatçıların tanınmasını sağlamış.

IMG_8325

İlk zamanlarında alternatif ve radikal bir etkinlik olarak tanınan Whitney Biennial, son dönemlerde beyaz ve erkek sanatçı baskın seçimleriyle eleştiriliyor. Öyle ki bienal, alternatif sanat platformlarında akıllı kelime oyunları ile “The Whitey Boyennial” (beyaz erkek bienali) ile yeniden adlandırılarak kadınlara ve farklı (özellikle siyahi) ırklardaki sanatçılara çok da yer vermediği hicvedilmiş.

Yine de bu tartışmalar, bienalin en çok beklenen sanat organizasyonlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Whitney, hala çok popüler, hala farklı, belki daha az radikal ama keyifle uzun uzun gezilesi ve kendisinden çok şey öğrenilesi bir mekan.

 

*Bu yazı, Artisans Dergi Kasım-Aralık 2017 sayısında yayınlanmıştır.

1 Comments Kendi yorumunu ekle

Yorum bırakın